Asım Cüneyd Köksal ile Kütüphane Sohbetleri (Söyleşi: İbrahim Türkan)
Basılı kitabın gün be gün teknolojik taarruza toprak
kaybettiği şimdilerde kişisel kütüphanelerin yasını tutar haldeyiz. Hala el
emeğiyle oluşturduğu kitaplığında geleneksel okuma biçimini sürdüren aydın ve
âlimlerimize karşı şükran borcumuz bulunuyor. Bunun bir ifadesi olarak
Türkiye’de kitap ve okuma tutkunu ne kadar hocamız varsa birikiminden istifade
etmek ve hassaten genç kardeşlerimizle paylaşmak istiyoruz. Açılışı Doç. Dr.
Asım Cüneyd Köksal hocamızla yaptık. Temel ilgi alanları fıkıh usulü, İslam hukuku
ve hukuk tarihi, İslam ahlak, hukuk ve siyaset felsefesi olsa da edebiyattan
sinemaya ne kadar çok yönlü, çalışkan ve üretken bir okuma-araştırma sevdalısı
olduğunu söyleşi boyunca göreceksiniz. Bakalım İbrahim Türkan, şahsi
kütüphanesinde Cüneyd Köksal hocaya neler sormuş, nasıl cevaplar almış? Dopdolu
bir kitap yolculuğuna sefalar getirdiniz efendim.
-
Kitapla ilk
tanışıklığınızı hatırlıyor musunuz? Buna dair bizimle paylaşabileceğiniz bir
anınız var mı?
Kitapla ilk tanışmamı tabii bariz bir şekilde hatırlamıyorum.
Evimizde kendimi bildim bileli kitaplar vardı. Rahmetli dedemin yazdığı
eserler, edebiyat ve dini içerikli kitaplardan oluşan bir kitaplığa sahiptik.
Okumayı kendim sökmüştüm. O zamanlarda okuma-yazma öğreten bir televizyon
programı vardı. Beş yaşındaymışım, ilkokuldan önce okumayı öğrenmişim.
İlkokulda da derslerden sıkılırmışım, öyle anlatıyorlar. Dolayısıyla kitapla
ilk tanışıklığıma dair bir şey söyleyemem. Ama kendimi ilk bildiğim andan
itibaren kitapla devam edecek bir hayata gözlerimi açtığımı söyleyebilirim.
-
Ailenizin kitapla
arası nasıldı? Kitapla tanışmanızda onların etkisi, desteği var mıydı?
Dediğim gibi zaten bir kitaplığımız vardı. Bunun yanı sıra
iki dedem de yazardı. Bu önemli benim için. Mustafa Asım Köksal dedemi
tanırsınız.Diğer dedem Fehmi Kuyumcu merhum o da yazardı, araştırmacıydı. Yedi
Güzel Adam olarak bildiğimiz o insanların dostu, ağabeyi konumundaydı. Erdem
Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören gibi şahsiyetlerin… Mavera ekibinde idi,
bu mecmuada yazıları neşredildi. Tasavvufi bir meşrebe sahipti. Onu 13 yaşımda
kaybettim. Kitaplığının çoğu değilse de bir kısmı bana intikal etti. Zengin bir
kütüphanesi vardı.
Sonra hem Asım dedem hem Fehmi dedem nedeniyle daktilo ile
teşrîk-i mesâim oldu. O zamanlar kendimi yazar gibi hissetmeyi sevdiğimi
hatırlıyorum. Sonra 9 yaşımda bir kitap yazma kararı aldım. Peygamberimizin
hayatına dair kitap yazacaktım dedemin çalışmalarından mülhem. Deftere
yazıyorum. Tabii konu bitti defter bitmedi. Peygamberimizin hayatını çocuklar
için anlatan bir seri kitap vardı o zamanlar, Seyyid Kutub ile A. Cude
es-Sehhar’a ait. Oradan ve dedemin İslâm Tarihi’nden okuyup deftere
özetledim. Defterin kalan kısmını da“İslâm İlmihali” yaptım. 1985-1986
yıllarında tamamladığım bu defteri hâlâ muhafaza ederim.
Rahmetli Fehmi dedemin benim yaşıma uygun kitaplar hediye
etmesi de benim üzerimde etkili olmuştur. Çok titiz bir insandı, seçiciydi. 8, 9
ve 10 yaşlarımda bana uygun kitaplar seçer getirirdi. Jules Verne’in
kitaplarını, yazarının hayal gücü çok geniştir, benim de hayal gücümü
genişletir düşüncesiyle bana getirirdi. Onlarla benim kendime ait kitaplarım
oldu. Daha sonra bu kitaplık yavaş yavaş zenginleşti.
-
Kendi paranızla
aldığınız ilk kitap ya da size ciddi bir etki bırakan ilk kitap hangisi?
Bunun cevabı kolay değil. Sanırım 89, 90 yıllarından
itibaren almaya başladım. Ondan önce de Altın Yayınevinin çocuk kitapları
vardı. Onları gider alırdım kendim. Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu serisi
falan… Altın yayınevinin ciltli çocuk kitapları serisi vardı. İşte
RobinsonCrusoe’danPolyanna’ya kadar her türlü klasik eser… Jules Verne… Deniz
Altında Yirmi Bin Fersah… Kaptan Grant’ın Çocukları… Onlardan bir dizi var
elimde. Hâlâ kitaplığımda saklarım. Bunları harçlığımla gider alırdım. Ama tabii
tam tarihini hatırlamam mümkün değil. 10 yaşlarında falandım.
Buraya, İstanbul’a 86 yılında taşındık. 90 yılından itibaren
düzenli kitap alımları yapmaya başlamıştım. Haftada en az bir gün giderdim
Cağaloğlu’na. O civarı karış karış ezberlemişimdir. Sonra İstiklal
Caddesi’ndeki kitapçılar ile Kadıköy sahafları da uğrak yerlerim arasına girdi.
İlk etkilendiğim kitaplardan birisi,Herbert George Wells’in Görünmeyen
Adamisimli kitabıydı. Jules Verne’in bazı kitaplarından etkilendiğimi
hatırlıyorum. Kaptan Grant’ın Çocukları… Gülten Dayıoğlu’nun kitapları,EnidBlyton
diye bir yazarın yine maceracı, sürükleyici kitapları vardır. Çocuklar kitapta
bir gizemi çözerler. Bunlar hoşuma gitmişti hatırlıyorum. Çakırcalı Mehmet Efe,
Yörük Ali Efe gibi destansı kitapları ilgiyle okumuştum.
Kitap okuyanların farklı dönemlerde farklı türlere
merak sardığı olur. Siz bu türden bir süreçten geçtiniz mi?
İnsanın fiziksel gelişimi gibi entelektüel bir gelişim
süreci de oluyor. Uzmanlık alanı dışında ilgi duyduğu alanlar olabiliyor. Ben
edebiyata her zaman meraklı olduğumu hatırlıyorum. Yani düzyazı, bilhassa roman
ve hikâye. Gerçi Osmanlı şiiriyle ilgili bir kitap çevirim de var, şiirle,
bilhassa klasik şiirle de meşgul oldum. Edebiyat tarihi, hatırat, biyografi türündeki
eserleri de çok severek okurum. Bunlara her zaman ilgi duydum. Önemli
insanların hayat ve hatıraları daima ilgimi çekmiştir.
Vakit buldukça bu alandaki okumalarımı elimden geldiğince
rafine etmeye çalıştım. Ciddi bir edebiyat okuyucusu olmaya gayret ettim. Diğer
yandan felsefe ve tarih benim için ayrılmaz birer ilgi dalı olmuştur. İki alan
da kitaplığımın önemli bir bölümünü kaplar. Sosyal bilimler de öyle. Nihayet
dergisinde çıkan bir yazımda şöyle demiştim: “Okuma hızı ile satın alma hızı
arasındaki dengeyi hâlâ kuramamış, satın alınacak kitaplarda alan daraltması
yapmayı hâlâ becerememiş biri olarak, Borges’in Babil Kitaplığı hikâyesindeki
gibi tüm evreni bir kütüphane olarak tasarladığım söylenemezse de, yaşadığım
yerleri bir nevi kütüphaneye çevirmek istediğim dile getirilecek olsa bunun pek
de yanlış olmayacağını düşünüyorum.”40 yaşımı geçtim, hâlâ alanımı daralttım
diyemiyorum. Bundan sonra da daha fazla şu alanlara yöneleceğim diyemem
herhalde. Kitaplığımda İslami ilimlere dairfıkıh, fıkıh usulü, kelam, tasavvuf,
tefsir ve hadisle ilgili kitaplar var. Tefsir ve hadisle alakalı
kitaplarımdiğer alanlara göre daha zayıftır.
Türk Edebiyatının klasiklerinden Huzur, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, Fahim Bey ve Biz, Tutunamayanlar, Üç
İstanbul gibi eserleri yirmili yaşlarımda okuyup çok sevmiştim. Dostoyevski
ve Tolstoy gibi klasik yazarları da yine aynı yıllarda okumuştum. Batı
edebiyatında zekâ ve mizahı harmanlayan yazarları çok severim. ItaloCalvino,
Umberto Eco, Gilbert Chesterton, Borges, Fernando Pessoa, Giovanni Papini,
Gustav Meyrink, Stefan Zweig gibikendilerine mahsus tavırları olan yazarlar çok
hoşuma gider. Bunların eserleriyle 2000’lerin ortalarında tanıştım, yaklaşık on
beş sene önce. Bu yazarlarınkitapları çıktıkça almaya ve okumaya devam ediyorum.
Okumak isteyip de henüz fırsat bulamadığım yazarlar arasında Roald Dahl,
Kazancakis, M. Bulgakov, D. Buzzati, Boris Vian, Kurt Vonnegut, ItaloSvevo gibi
isimler var. Bunların epey kitabını topladım fakat çalışmalarım arasında
bunları da okumak için fırsatlar kolluyorum.
Sosyal bilimlerde de yüzyıla yön vermiş yazarların kitapları
kitaplığımın mutena bir köşesini teşkil eder. Sosyal bilimlerin farklı
alanlarından klasikleşmiş eserler, hangi alana ait olursa olsun, iyi bilimsel
çalışma nasıl yapılır, bir problem farklı disiplinler arasında nasıl takip
edilir bunu bana göstermiştir. Pierre Bourdieu, Richard Sennett, Clifford Geertz
ve Antony Grafton’un çalışmaları, Koselleck’in Kavramlar Tarihi,
Anderson’unHayali Cemaatler, Hirschman’ın Tutkuar ve Çıkarlar,
Ginzburg’un Peynir ve Kurtlar, Peter Berger’in Kutsal Şemsiye ve
diğer eserleri, elbette E. Said’in Şarkiyatçılık’ı benim açımdan böyle
ufuk açıcı kitaplardır.
Bunun dışında hukuk felsefesi ve düşüncesi ile ilgili
kitapları hususi bir gayretle toplarım. Aynı şekilde klasik ve modern felsefî
eserleri. Tarih olarak Osmanlı tarihine özel ilgi duyuyorum. Fakat Orta Çağ,
Avrupa ve dünya tarihine dair de kitaplığımda birkaç raf tutacak eser var.
-
Okuma listesi
hazırlayıp önermek bildiğimiz bir şey, fakat sizin özenle hazırladığınızı
belirttiğiniz liste 1704 kitaptan oluşuyor. Bu dikkat çekici. Bunun yanı sıra
bilimden edebiyata kadar çok zengin bir içerik söz konusu. Öncelikle böyle bir
liste hazırlama fikri nereden çıktı?
Bu liste esasında yeknesak bir liste değildir. Önce ilahiyatçılar
için 99tane sosyal bilim kitabından oluşan bir liste hazırlamıştım. Bunları
okumanın özellikle akademiye devam edecek ilahiyatçılar için, içinde
yaşadığımız dünyayı daha iyi tanıyabilmek adına çok önemli olduğu kanaatine
vardım. Tabii ilahiyatçılar toplumun önemli bir kesimini teşkil ediyor bugün.
İslamî ilimlerle iştigal edenler yaşadıkları dünyayı bilmezlerse büyük eksiklik
yaşar ve başkalarına da yaşatırlar.Özellikle İslam hukuku ve kelam ile
uğraşanlar,tarihsel bir kazı yapmış gibi oluyorlar. Tarihi çalışma yapmak
önemli bir şey,fakat yaşadığımız dünyayı kavramama khakiki anlamıyla İslam
hukukçuluğu ve kelamcılık yapamama gibi bir neticeyi getiriyor. Modern devlet
denen olguyu tanımıyorsak, milliyetçilik olgusunu incelememişsek, ekonominin
tarihinden bîhabersek, toplumsal cinsiyet alanında yapılan çalışmalara
gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatmışsak, klasik kitapları hatmetmiş de olsak
çağın insanına söyleyecek bir şeyimiz olmuyor.
Kısacası kendi lokal muhafazakarlık anlayışını, içinde
yetiştiği küçük mahalle değerlerini İslâmın ta kendisi zanneden insanlar yerine,İslâmı
da insanlığın kendi devrindeki tecrübesini de hakkıyla idrak eden insanların
yetişmesine kendi çapımda katkıda bulunmak için bu minvalde bir liste
hazırlamıştım. Öğrencilerimden de tavsiye kitaplar soran çok oluyordu.
Sonrasında bu listeyi geliştirdim. Her alanla ilgili okunabilecek, okunmaya
değebilecek kitaplardan bir liste oldu. Öyle birinci kitaptan başlanıp sonuna
okunsun diye hazırlanan bir liste değil, her alanla ilgili seçme eserlerin
bulunduğu geniş çaplı ve birden fazla amaca yönelik bir liste oldu. Sürekli yeni
yayınlarla güncellenmesi gereken bir listedir bu.
Bu bağlamda yirmi-otuz kitaplık listeler hazırlayıp,
öğrencilerin ve genel okuyucunun eline vermek sizce doğru bir şey mi? Ya da nasıl
olmalı?
Bir kere okuma listesi hazırlama konusunda ukalaca tavırlara
girmemek lazım; “İyi kitap zaten iyi kitabı getirir, okumak isteyen adam
okuyacağı kitabı bulur. Ona liste hazırlamaya gerek yok” kabilinden
laflarla,sizi ciddiye alıp bir şeyler öğrenmek isteyen insanları tersleme
hakkınız yok. İsmet Özel’in bir sözüne nazire olarak şöyle bir tvit yazmıştım: “‘Ne okumamı tavsiye edersiniz?’ Bu sevimli soru kimi zaman karşıma çıkar
Okumayı gerçekten ciddiye alan ve bilenler bu soruya gerek duymaz, ciddiye
almayanların sorusu da ciddiye alınmamalı Ama bir de üçüncü grup var: Henüz
işin başında, tecrübeye ihtiyacı olan potansiyel iyi okurlar.”
Şimdi çok akıllı, zeki öğrencilerimiz var. Ama belli bir
fauna içerisinde yetişmiş, büyümüşler. Bilmiyorlar,okumamışlar veya çok yavan
kitaplar okumuşlar, çevrelerinde yalnız onları görmüşler. Bu memlekette yaşayan
her okur-yazarın okuması gereken bazı eserler vardır, bunlardan haberleri yok
mesela. Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, M. Cemal Kuntay, Ziya
Gökalp, İsmet Özel, Cemil Meriç, Erol Güngör, Kemal Tahir, Nurettin Topçu’nun
belli kitapları gibi. Bu gibi yazarlar ve kitaplardan 20-30 kitaplık bir liste
hemen çıkıyor.Kişinin dünya görüşü, ideolojisi ne olursa olsun, bu toplumda
yaşıyorsa, bu toplumu anlaması için bunları okuması gerekir.
Şimdi öğrenci bunlardan bir kısmının adını bile bilmiyor.
Ama tavsiye ettiğin zaman alıyor, okuyor, istifade ediyor ve zamanla kendi
yolunu buluyor. Şimdi bu mizaçta kimselere de “kitap listesi diye bir şey
olmaz, sen kendi yolunu bulmalısın” deme hakkımız yok. Bahsettiğim, bu
memlekette yaşayan her insanın okuması gereken kitaplar hemen hemen 100’ü
bulur. Böyle bir liste de hazırlanabilir.
Herkesin okuması gereken kitaplar, ilahiyatçıların okuması
gereken kitaplar, sosyal bilimcilerin okuması gereken kitaplar… Bunları
birincil kitaplar, ikincil kitaplar diye de ayrıca ayırabiliriz, farklı
sahaların insanları farklı amaçlara yönelik listeler hazırlayabilirler.
İnsanların daha çok okumasını ve toplumumuzun daha çok kitap okuyan bir topluma
dönüşmesini istiyorum. Kolaycı laflarla, basit çözümlerle, hamâsî formüllerle,
sloganlarla tatmin olmak yerine zihnî çaba göstermeyi önemseyen, insan olmanın
gereğini daha çok duyumsayan insanların çoğalmasını arzu ediyorum. Bu emeği
onun için verdim.
-
Bunca yıllık
tecrübeden sonra illa bazı özeleştirileriniz, pişmanlıklarınız olmuştur.
Yeniden okumaya başlayacak olsaydınız neleri farklı yapardınız? Ne şekilde bir
okuma programı belirlerdiniz?
Az da olsa keşke buna emek vermeseydim dediğim kitaplar var
tabii, fakat bunlar çok azdır. Şöyle bir şey var; kitaplarla ciddi şekilde iştigal
eden insanda, bir kitabın kalitesini henüz okumadan da anlayabilecek bir meleke
gelişir. Son yirmi senede Türkiye’de yayıncılık ciddi anlamda gelişti. Daha
kaliteli kitaplar yayınlanıyor. İşin içine banka sermayelerinin girmesi gibi
etkenler de çok etkili olmuştur. Bu şekilde kaliteli kitapların iyi çevirilerle
yayınlanması yaygınlaştı. Bu da Türk kültür hayatına ivme kazandırdı. Şimdi iyi
kitap okumak isteyen insanın önünde hiç olmadığı kadar seçenek var. Kısacası
okuyacağım kitap hakkında daha evvelden bilgi sahibi olma fırsatım -eskiye
nazaran daha fazla bir şekilde- doğmuş oldu. Bu işin bir tarafı.
Diğer tarafı ise; ciddi okuma yapmaya daha çok, daha da çok
vakit ayıra bilseydim diyebilirim. Hayat bütünüyle verimli geçmiyor malum,
geçmişe dönerek şimdiki aklımla daha verimli geçirecek yöntemler denemek
isterdim. Şunlar yerine bunlara emek verseydim,şu şu kitapları şimdiye kadar
okumuş olsaydım dediğim eserler var elbette. Üzüldüğüm şey budur. 18-20’li
yaşlarda okuduğum birtakım kitaplar var, adlarını saymama lüzum yok. Onların
yerine daha kaliteli şeylerle vaktim geçirseydim dediğim oluyor.
-
Sinemanın ortaya
çıkışı tiyatroyu, fotoğraf makinesini icadı da resim sanatını ortadan
kaldıracak zannediliyordu bir zamanlar,fakat tiyatro da resim de kendi
içerisinde gerçekleştirdikleri yapısal değişikliklerle hayatta kalmayı
başardılar. Bu bağlamda e-kitaplar ve dijital okuma imkânları hem ekonomik hem
de pratik olarak okuyucuyu matbudan soğutuyor. Siz bu işin geleceğini nasıl
görüyorsunuz?
Pdf çıktı diye kitaplar yok olmayacak tabii. Yeni bir
teknolojinin eskisinin yerini alabilmesi için tamamen onun yerine geçebilmesi,
bizi ondan tamamen müstağni kılması gerekir. Umberto Eco’nunKitaplardan
Kurtulabileceğinizi Sanmayın diye bir eseri var. Bu duruma örnek verecek
olursak; daktilodan bahsetmiştik sohbetin başında. Doksanların başlarında
elektronik daktilo diye bir şey çıktı. Bilgisayar klavyesi gibi yumuşak
klavyeye sahip. Ben de bir tane almıştım. Bir satır yazıyorsunuz, bir satıra
kadar onun küçük bir ekranı vardı, onu düzeltebiliyordunuz, sonra enter tuşuna
bastığınızda o satırı tıkır tıkır kâğıda geçiriyordu. Elektronik daktilonun
ömrü kısa sürdü. Neden? Çünkü bilgisayar teknolojisi bizi ondan tamamen
müstağni kıldı. Yüzlerce sayfa metni kâğıda dökmeden tashih edebilme, yeniden
yazabilme, farklı versiyonlarını muhafaza edebilme olanağı sağlıyor.
Ben mesela rahmetli dedemin nasıl yazdığını gördüm. 60’lardan
kalma sert tuşlu bir daktiloda yazıyordu. Her sayfada birçok dipnot kullanıyor,
bunları doğal olarak manuel düzenlediği için bazen metin ile dipnotlar standart
A4 kağıdına sığmıyor. Bu durumlarda dipnotları başka bir kâğıtlara yazıp esas kâğıdın
altına yapıştırır, onu rulo yapar falan öyle saklardı. Bu bir sürü zaman
kaybıydı.
Şimdi klasik veya elektronik daktilonun bilgisayar yanında
devam etmemesi, bilgisayarın bizi ondan tamamen müstağni kılması sebebiyledir.
Pdf teknolojisi ise, tıpkı sinemanın tiyatroyu, televizyonun da sinema ve
tiyatroyu ortadan kaldırmaması gibi, kitabı ortadan kaldıracak değildir. E-kitap
veya pdf teknolojisi bize bazı faydalar sağlıyor. Dijital kütüphane kurabiliyoruz,
harici bellekte büyük sayılarda kitabı saklıyoruz, bu insana güven sağlıyor. Bilimsel
araştırmalarda da büyük fayda sağlıyor, özellikle seyahatlerde birçok kitap
taşımak yerine kaynak kitapları pdf halinde kullanarak araştırmalarımızı
kolaylaştırdığı inkâr edilemez. Ama böyle bir külliyatın el altında olması
demek yüzlerce sayfayı bilgisayar ekranından okumanın güzel olduğu anlamına
gelmiyor. Ekrandan okumak kitap okuma hissini vermiyor. Ve kitaptan okumak
doğal bir şey. Onun altını çizmek, tekrar açıp bakmak vs. E-bookreaderlarda veya
bilgisayar ekranında başka rahatlık ve imkânlar bulunmakla birlikte bu
söylediğim doğallık yok.
-
Türkiye’de
kütüphaneleri ve kütüphaneciliği nasıl görüyorsunuz? Bizzat gözlemlediğiniz
eskiler artılar neler öğrenmek isteriz?
Hakan Erdem isimli bir tarihçi var, bilirsiniz. Bir
röportajını okumuştum. Yaşadığı bir olayı aynen şöyle anlatıyordu: “Neredeyse 20 sene önce
İsrail'de bir üniversitede ders verdim. Ziyaretçi hoca olarak gitmiştim, etrafı
dolaştırırken kütüphaneye de götürdüler. Kütüphaneci, çoğunlukla olduğu gibi
yardımsever bir adam... Biraz utana sıkıla ‘Siz şimdi İstanbul'dan geliyorsunuz’
dedi. O sırada Boğaziçi Üniversitesi'ndeydim. ‘Biz burada biraz mahrumiyet
yaşıyoruz. İsrail'in en büyük üniversitesi de değiliz. Az kitabımız var ama
burada bulamadığınız kitapları bir hafta içinde temin ederim.’ ‘Kaç kitabınız
var?’ dedim. ‘4 milyon!’ dedi. Bundan mahcubiyet duyuyor ve dahası, bir
imparatorluk merkezinden geliyoruz ya, çöl ortasındaki bir kütüphane 4 milyon
kitap toparlamışsa bizim herhalde 15 milyon falan kitabımız olması lazım diye
düşünüyor.”
Bu olay 20 yıl evvel yaşanmış. Şimdi 2019 yılında 4
milyonluk kitaplık bir kütüphane bir yana, bizim 1 milyon kitaplık bir
kütüphaneye sahip tek bir üniversitemiz bile yok ne yazık ki. 1 milyonu geçen
zannediyorum sadece milli kütüphanemiz var Ankara’daki. O da her basılan
kitaptan bir nüshanın oraya verilmesi gerektiğini bildiren kanun sebebiyle.
Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde 5 milyon kitap
toplama gibi bir hedef var, bu memnun edici bir gelişme. Rami Kışlası için de
iki yıl önce bir haber vardı,İstanbul’da bir milli kütüphane yapılacağına dair.
O mesele ne oldu bilmiyorum. İnşallah bu çabalar fayda verir, ama ben dünyadan bu
anlamda oldukça geri olduğumuz kanısındayım. İlim, büyük ilim, gerçek ve kalıcı
ilim ancak büyük kitaplıkların olduğu bir ortamda mümkün olabilir.
Harvard Üniversitesi’nde vazife yapan Türk bir hocamız var. 2007-2008
krizinde yönetim kurulu yaptığı toplantı neticesinde, kesinlikle kısılmayacak
bütçenin kütüphane bütçesi olduğu kararını almış. Bana böyle söylemişti.
Harvard kütüphanesinin sadece Türkçe bölümünün 500 bin kitaptan oluştuğunu
duymuştum. 500 bin kitap zannediyorum bugün Boğaziçi kütüphanesinin tamamı
civarında bir rakam.
New York Halk Kütüphanesini ziyaret etmiştim. Orada 15
milyon kadar kitap vardı. Halk kütüphanesi bakın,üniversite değil. Bilimsel bir
kütüphane olma iddiasında değil hani. Maalesef bu konuda çok geriyiz. Bu ciddi
bir vizyon, emek ve maliyet istiyor. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin
hiçbir yerinde her bakımdan müthiş bir kütüphane yok. Mesela İSAM çok önemli
bir kütüphanemizdir,hizmetleri çok iyidir. Türkiye’de çok önemli bir aşamayı
temsil eder. İSAM Kütüphanesi’nin hizmetleri sayesinde gerçekten ilmi
araştırmaların kalitesi hem İslami ilimlerde hem de sosyal bilimlerde son yirmi
senede ciddi manada artmıştır. Bunda hiç şüphe yok. Amakitap sayısı, yeni
kitapları takip etme, Avrupa ve Amerika’daki kütüphanelerle mukayese edildiğinde
henüz çok eksiğiz.
İddialı bir ilmi faaliyetin altında zengin bir kütüphane
yatar. Avrupa ve Amerika’daki zengin kütüphane sistemi bu anlamda çok emek ve
çok para verilmiş, hayli personel istihdam edilmiş ciddi bir vizyonun ürünü.
Kütüphaneler arası anlaşmalar mesela. Orada çalışan arkadaşlarımızın söylediği
şey şu: “Batı’da akademisyenlerin şahsi büyük kitaplık oluşturmalarına gerek
yok.” Neden? Çünkü en yakınındaki bir kütüphaneden istediği kitaba
ulaşabiliyor. Ulaşamadığı kitap varsa, diğer kütüphanelerle irtibatlı olduğu
için mutlaka getirtiyorlar. Başka bir ülkedeyse bile getiriyorlar. Yoksa da
satın alıyorlar. Orada ben makale yazıyorum, kitap yazıyorum da istediğim
kitabı aradım, ulaşamadım diye bir şey yok.
Şimdi böyle ilmi çalışmaların yapıldığı bir dünyada
yaşıyoruz. Her alandan yeni çıkan kitapları takip edip de satın almaya ciddi
bütçeler ayıran bir kütüphane yok. Sadece Türkçe açısından diyorum. Diğer
dilleri, tedavülde olmayan kitapları falan söylemiyorum. Kütüphaneler bunları
yapmıyor. Ayrıca kütüphanede bulunan, fakat eskimiş baskıyı veya tercümeyi yeni
çıkan daha iyi neşirle değiştirme de yok. Birçok kütüphane bu noktada “bizde bu
kitap var,yeni neşrini almaya gerek yok” diye düşünür. Maalesef bu konuda
söyleyeceğim şeyler pek iç açıcı değil
-
Kitaplık sahiplerini
uyuz eden bir soru vardır ya “bunların hepsini okudunuz mu?” diye.Siz buna
nasıl bir cevap veriyorsunuz? Kitapların hepsi baştan sona okunmaz mı? Ne için
saklanır bundan başka?
Birisine babasından büyük bir kitaplık kalmış. Hocaymış
babası adamın. Kendisinin pek kitaplarla alakası yokmuş. Evin her yeri kitap
dolu. Tabiigelen giden herkes soruyormuş; “hepsini okudun mu bunların?” diye.
Adam bir süre sonra iyice sıkılmaya başlamış. Okudum dese yalan olacak,
okumadım dese mahcup hissedecek kendisini. Bir gün bir çözüm yolu bulmuş.
Kitapların hepsini yere indirmiş. Üzerlerinden atlamış. Sonra tekrar dizmiş
raflara kitapları. Bundan sonra o soruyu soranlara “üzerinden bir defa geçmiştim”
cevabını vermeye başlamış.
Rahmetli dedeme ben on yaşında çocukken sormuştum. Dahasonra da
kimseye sormadım. Otuz yıldır kimseye böyle bir soru yöneltmiyorum. Dedemin cevabı
güzeldi; ‘bunlar okuduklarımın zekâtıdır’ demişti. Bu da sevdiğim bir cevaptır.
Bu kütüphanedeki kitapların tümünü satır satır okudum demek
değil tabii. Cilt cilt tefsir, hadis kitapları var kütüphanede. Okudum demek o
kitabın tüm sayfalarını gördüm demek değil. Okumak böyle bir şey değil. Aynı
soruyu Walter Benjamin’e sorduklarında "Kitaplar yalnız
okunmak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir" cevabını
vermiştir ki bu da çok güzeldir. Bu tarz soruların azalmasını ümit
ediyoruz. Kitaplığın ne olduğunu iyi idrak etmek gerek. İçinde 44 ciltlik İslam
Ansiklopedisi’nin, cilt cilt tefsir ve tarih kitapları, derlemeler,
külliyatlar bulunan bir kitaplığa sahip kimseye, hepsini okudunuz mu diye bir
soru sorulmaz açıkçası. Bu türden şeyleri latife ile geçiştirmek lazım.
-
Bir kitaba ulaşmak
için yaşadığınız ilginç anılar ve zorluklar illa ki vardır. İlk aklınıza
gelenleri paylaşır mısınız?
Ali Emîrî Efendi’yi tanırsınız. Büyük bir kitap dostudur. 1924
yılında vefat etmiştir. Hiç evlenmemiş, ömrünü kitaplara adamıştır. Millet
Kütüphanesi onun kitaplarıyla oluşturulmuştur. 18 bin kitap bırakmış. Bunların
arasında DivanüLügati’t-Türk’ün tek yazma nüshası gibi kıymetli eserler
de vardır. Öyle bir kütüphane. Ali Emiri memurmuş. İki ciltlik Yemen Tarihi
diye bir kitabın birinci cildini temin etmiş, fakat ikinci cildini bulamamış. Araştırınca
Yemen’de bir adamın elinde olduğunu öğrenmiş. Onu temin edebilmek için Yemen’e
tayinini çıkartmış.
Şimdi böyle insanların yanında bizim zorluktan bahsetmemiz biraz
ayıp olur. Bütün ömrünü böyle bir sevgiye hasreden insanlar var. Evlenmeden,
zorunlu ihtiyaçlarını asgariye indirerek. Düşünün devlet memuru maaşıyla 18 bin
kitap topluyorsunuz. Ve bunlar on liralık, yirmi liralık kitaplar değil. Önemli
bölümü el yazması. Birçok altın sayarak satın aldığı kitaplar var.
Özellikle eski kitap satan yerlerden bazı kitapları ısrarla
takip etmişimdir. Bulduğum zaman çok memnun olduğum kitaplar vardır. İnternet
kitapçılığı yaygınlaştıktan sonra sıkı takip ettiğim kitaplar vardır. Mesela
Elmalılı Hamdi Yazır’ın İrşadü’l-Ahlaf diye bir kitabı vardır, vakıflara
dair. Bunun 160 sayfalık bir bölümü var. Bildiğim kadarıyla sadece Atatürk Kitaplığında,
başka bir yerde yok. Sonra 32 sayfalık bir bölümünü sahaflardan ayrıca
bulmuşlar. Yine de eser yarımdır. 192. sayfa yarım biter, zaten devamı yok.
Basılmamış. Bir sitede onun 192 sayfalık bir versiyonunu bulmuştum. İslam
hukukuna dair üç kitapla beraber ciltlenmiş. Bilmiyorum başka bir versiyonu var
mı? Bir de çok uygun bir fiyata Ömer Nasuhi Bilmen’in Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu’nun
ilk baskısını almıştım. İmzalı çıkmıştı. 6 cilt. Cildi on liraya. Ve ilk
cildinde eski harflerle ithaf ve imzası vardı. Bazen böyle sürprizlerle
karşılaşıyorsunuz. Tabii çok hoş oluyor.
Yine mesela Ahmet Hamdi Akseki ve Ali Himmet Berki gibi
başka âlimlerden imzalı kitaplar bulduğum oldu. Kaçırdığıma üzüldüğüm kitaplar
da olmuştur. 20 sene önce kadar Beyoğlu’nda bir sahafta üç ciltlik Rıza
Tevfik’in Kâmus-ı Felsefe’sini bulmuştum orijinal baskısını. Alsam
alabilirdim, fiyatı makul sayılırdı. Nedense öyle bir gaflette bulundum. Bir
daha öyle temiz bir baskı bulamadım. Şu an fotokopisi ile idare ediyorum.
Yine arayıp düzgün bir baskısını bulamadığım Kısas-ı
Enbiya vardır Ahmet Cevdet Paşa’nın. Koca Ragıp Paşa’nın Sefîne-i Râgıbadlı
eseri de hep gündemimdedir. Bunun dışında zaman zaman almak isteyip bulamadığım
kitap oluyor. Sonra belki sahaf sitelerine düşebiliyor. Özellikle Nadir Kitap
son zamanlarda işimizi epey kolaylaştırdı. Çünkü sahaflar arası birlik
sağlıyor.
-
Türkiye’de az sayıda
bir okur kitlesi var. Bunun da az kısmı kendi sahasının dışında okuma araştırma
yapıyor. Çoğunluk akademik kaygıyla ya da görev bilinciyle salt dar alanını
takip ediyor. Mesela bir hukuk öğrencisi için hangi yan dalda okuma yapmak
faydalı olur? Yine mesela kelamcı için?
İslam hukuku alanında çalışanların modern hukuk alanında
ciddi okumalar yapmaları gerekiyor. Hukuk bugün nasıl yürüyor? Bir hukukçu
nasıl yetişiyor? Bir hukukçu meselelere nasıl bakar? Bunu bilmezse İslam
hukukçusu ancak hukuk tarihçiliği yapabilir. Bir hukukçu bir mesele karşısında
nasıl düşünür, nasıl akıl yürütür bunu anlayabilmesi lazım. Alanına göre fıkıh
usulü çalışıyorsa, hukuk felsefesi ve genel felsefe alanında ciddi okumalar
yapması lazım. Ve kelam alanında tabii. İslam hukukunun iki ana alanı var; birincisi
fıkıh usulü, ikincisi füru fıkıh. İslâm hukuk tarihini de sayarak bunu üçe de
çıkarabiliriz. Eğer füru fıkıh alanında, kamu hukuku gibi bir alanda
çalışıyorsa veya hukuk tarihi çalışıyorsa, o zaman hukuk tarihi ile ilgili modern
hukuk tarihçiliği nasıl yapılıyor, Roma ve Avrupa hukuk tarihçiliği nasıl
yapılıyor, bunu bilmesi lazım. Büyük bir İngilizce literatür var, bundan
faydalanması lazım. Fıkıh usulcüsü felsefeyle ve modern hukuk felsefesi ile
fazlaca ilgilenmesi lazım. Bunun dışında hukuk dille de alakalı olduğu için
hukuk-dil ilişkisinden hareketle dille ilgili modern nazariyeleri dikkate
alması ona katkı sağlar.
Kelamcı için de hakeza. Kelamcının da felsefe ile yoğun bir
teşrîk-i mesâi içerisine bulunması lazım. Felsefe ile irtibatı olmazsa yine
kelam tarihçiliği yapabilir ancak. Kelam ilmi hakkıyla güncellenmiş bir ilim
sayılamaz. Mesela Kant sonrası son iki asırlık felsefi birikim ve gelişme
kelama yansıtılabilmiş, yeni felsefeyle hesaplaşılabilmiş değildir. Hatta henüz
12-19. yüzyıllar arasındaki kelâmî tartışmaların hakkı verilmiş de değildir.Kant
öncesi ve sonrası dönemlerle irtibat kurmadan, İslami ilimlerin temel ilkeleri
gereği bunlarla hesaplaşmadan, bugünün kelamcısı hakkıyla bir kelamcı olamaz.
Çünkü kelam felsefi bir faaliyettir.
İslâmî ilimler arasındaki eğitim ve idare açısından zorunlu
olan ayırım bizim vizyonumuzu daraltmış durumdadır. Üniversitelerde işin
tabiatı gereği yapılan ana bilim dalları ayrımı var. Bu biraz suni bir ayrımdır,
aynı zamanda mecburidir. Fakat biz bu zorunlu ama itibârî ayrımı, hakiki bir
ayrım zannettik. Tefsirci, hadisçi, fıkıhçı vs. kendi kabuklarına çekildiler.
Ve İslami ilimler arasındaki bütünlüğü bu şekilde zayıflattık. Şu halde bu
bütünlüğün yeniden sağlanması lazım. Bu anlamda özellikle kelam ile fıkhın ve
tefsir ile hadisin aralarındaki irtibatı daha kavi tutması lazım.
Kelam ve fıkıhçının nasıl bir dünyada yaşadığımızı bilmesi
için sosyal bilimlerin temel kitaplarını okuması gerekiyor. Siyaset bilim, kültür
tarihi, sosyal teori, antropoloji, psikoloji gibi…
Neuroscience yani sinirbilim
dediğimiz alan bugün üzerinde en fazla çalışılan ve bütçe ayrılan alanlardan
bir tanesi. Bu alan bize şunu söylemek istiyor; ‘insanın özgür iradesi yoktur.’
Bakın, tamamen kelami bir problem. Ama kelam burada neuroscience ile irtibat
kurmazsa, tutup klasik argümanları tekrar etmekle yetinirse, bir şey yapmış
olmaz. Beyin üzerine yapılan çalışmalar çok ilerledi bugün. Tüm olan biteni
maddeye indirgeyen yaklaşım hâkim durumdadır. Bilinç durumlarını yalnız sinir
hücreleri ve hücreler arasındaki irtibatla açıklamak. İnsanın yapacağı şeyin beyinde
birkaç saniye evvelinden belli olması sebebiyle özgür iradenin bulunmadığı
savunuluyor. Bu temel kabullerimize karşı büyük bir meydan okumadır,fakat biz bununla
hesaplaşacak durumda değiliz henüz. Psikolojide çok fazla alan var. Bu
alanlarla irtibat kurulması lazım. Mesela kelamda eylemleri harekete geçiren
güdülerle alakalı bir konu vardır vs.
Özellikle bugün dünya Batı’da oluşan bir takım düşüncelerle
bir yere geldi. Son birkaç yüzyıldır, artık dünyada eskisi gibi aktör olmayan
bir İslam dünyası var. Fakat kendi dışında üretilen problemlerle yüzleşmek
zorunda aynı zamanda. Lisansüstü çalışma yapanların kendilerini ciddi manada
yetiştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bir ilahiyat hocası duymuştum, ekonomik
kriz için bir çözüm üretmiş. Demiş ki; “darphane ne diye duruyor? Madem paraya
ihtiyaç var,para basın.”Mesele bu kadar basit onun için.Hocanın ürettiği fikir
bu.
Yorumlar
Yorum Gönder